DERRIDA ve YAPIBOZUM*

Birincil sekmeler

kavramı günümüzde özellikle Fransa ve Amerika'da post-görüngübilimsel ve post-yapısal diye bilinen günün modası entelektüel hareketlerin sıkça kullandıkları bir kavram olmuştur. Çağdaş yapıbozum kavramının tarihine bakıldığında, bu tarihin belki de en dikkate değer düşünürü 1967 yılı içinde birbirinden etkili tamı tamına üç kitap yayınlayan Jacques Derrida'dır: Of Grammatology [Yazıbilime Dair], Speech and Phenomena [Konuşma ve Görüngü] ve Writing and Dijference [Yazı ve Ayrım](1) Diğer pekçok şey bir yana bırakılacak olsa dahi Derrida'nın bu metinleri görüngübilime (Husserl), dilbilime (Saussure), Lacan'cı psikanalize, ve yapısalcılığa () karşı geliştirilmiş çok değerli eleştiriler içerir. Bu bölümde Derrida'nın düşüncesinin geniş bir açımlamasını vereceğim:

Derrida'nın dil hakkındaki görüşünün genel bir taslağını sunduktan sonra, Derrida'nın [phonocentrism] ve [logocentrism] terimleriyle ne demek istediğinin bir açıklamasını veriyorum. Daha sonra, Derrida'nın , ve 'ın çalışmalarına karşı geliştirdiği düşünceleri ele alıyorum. Bu bölümde ayrıca, Derrida'nın "öncelleri" Freud ve Nietzsche'nin. Derrida'nın metin okuma ve eğretilemenin doğasına ilişkin düşüncesini ne yönde etkilediklerini ele alan bölümceler de bulunmaktadır. Bundan sonra, sıkça kullandığımız eğretilemelerden kimilerini inceliyorum. Son olarak, eğretilemeyi siyaset ve ideoloji bağlamında bir yere yerleştirdikten sonra, yapıbozum ile Marksizm arasındaki ilişkiyi derinlemesine araştırıyorum.

Dil'in Oynaklığı

Derrida'nın düşüncesini anlamaya çalışırken, kavranması gereken kavramlardan ilki çoğunluk İngilizce'ye "bozuma sokmak" [under erasure] diye çevrilen "sous rature" terimidir. Herhangi bir terime "sous rature" deyişini yüklemek demek, önce bir sözcük yazmak sonra onu karalamak ve sonra hem sözcüğü hem de karalamasını baskıya vermek demektir. Buradaki düşünce şudur: sözcük eksik ya da daha çok yetersiz olduğundan karalanır. Çünkü sözcüğün okunabilir kalması zorunludur. Derrida stratejik değeri yüksek bu işlemi, Varlık sözcüğünü sık sık karalayan (şu biçimde: Varlık) Martin Heidegger'den almıştır. Bu işlem sayesinde hem karalaması hem de sözcüğün kendisi birarada durur; çünkü sözcük tek başına yetersiz, ama onsuz yapamayacağımızdan da gereklidir. Heidegger, varlığın anlamlama yetisi yoluyla asla tüketilemeyeceğine inanır. Dolayısıyla varlık her zaman anlama yetisine önseldir. Hem de bütünüyle aşar onu. Varlık, bütün gösterenleri gösteren sonul bir gösterilen, "aşkın gösterilen"dir.

Derrida'nın dil anlayışına göre, gösteren doğrudan doğruya gösterilene bağlı değildir. Gösteren ile gösterilen arasında birebir karşılıklı ilişkiler yoktur. Saussure'cu düşüncedeyse, her göstergeye bir birlik gözüyle bakılır. Gelgelelim Derrida için, sözcük ile şey ya da düşünce gerçekte asla bir ve tek olamazlar. Nitekim Derrida göstergeyi bir ayrımlaşım yapısı olarak görür; bir yarısı her zaman "orada bulunmaz", diğer yarısı ise her zaman "o değildir". Gösterenler ile gösterilenler sürekli olarak yeni birleşimler [combination] içinde ya birbirlerinden koparlar ya da bir araya gelirler. Dolayısıyla, bu noktada gösteren ile gösterilenin aynı sayfanın iki ayrı yüzü olarak düşünüldüğü Saussurecu gösterge örnekçesinin yetersizliği ortaya çıkar. Gerçekten de, gösterenler ile gösterilen arasında öyle sanıldığı gibi değişmez bir ayrım yoktur. Çocuğun sorusuna yanıt verdiğinizde ya da herhangi bir sözcüğün anlamına bakmak için sözlüğe danıştığınızda, bir göstergenin başka bir göstergeye yol açtığına-gönderdiğine tanık olursunuz. Bunun yanı sıra gösterenlerin gösterilenler içinde karşılıklı olarak dönüştüklerine, ayrıca kendinde gösteren olmayan sonul bir gösterilene bir türlü varamadığınızı da örürsünüz. Başka bir deyişle, Derrida burada herhangi bir göstergeyi okuduğumuzda anlamının bizim için apaçık olmadığını söylemektedir. Göstergeler yokluğu gösterirler, dolayısıyla bir anlamda anlamları yok'tur. Anlam sürekli olarak bir gösterenler zinciri boyunca devinir ve asla onun kesin "yerlemi"nden [location] emin olamayız, çünkü anlam asla tek bir göstergeye bel bağlamaz.

Derrida'ya göre gösterge bir başkasının izince (iz sözcüğünün Fransızcası tekerlek izi, ayakizi ve baskı gibi anlamlar bildirmektedir), yani sonsuza dek bir anlamda yoklukla eşdeğer olan başkası tarafından belirlenir. Kuşkusuz bu başkasının kendi bütünsel varlığı içinde bulunması gerekmez. Daha çok, çocuğun sorusuna ya da sözlükteki herhangi bir tanıma benzer başkası: bir gösterge bir göstergeye yol açar-gönderir ve böylece bu zincir sayılarla anlatılamayacak bir biçimde sonsuza dek sürer.. .

Bunun altında yatan anlam nedir? Şöyle ki, bilginin yansıtılan "son"unu anlamlar ile örtüştürmeye çabalamak hiç gerçekleşmeyecek bir doluluk düşüdür. Hiç kimse "anlamlar" (gösterge) ile "son"u (anlam) özdeş kılamaz. Gösterge her zaman başka bir göstergeye yol açar-gönderir; bunlardan birinin yerini bir başkası ile değiştirmek kimilerinde göstereni gösterilen yapar. Derrida için, gösterge - gös-tergebilimin yaptığı gibi - bir başlangıç (gönderge) ile bir sonu (anlam) birbirine bağlayan türdeş bir birim olarak ele alınamaz. Asla görünmeyen, ancak başka bir göstergenin izi sayesinde konaklayabilen gösterge üzerine, "bozuma sokmak" [under erasure] gibi bir üslûba bağlı kalınarak çalışılmalıdır. Dahası, dil zamansal bir süreçtir. Bir tümceyi okuduğumda tümcenin anlamı çoğunluk tümcenin sonuna değin ortaya çıkmaz; hatta sonraki tümcede geçen gösterenler yoluyla önceki anlamı dahi değişebilir. Her göstergede, göstergenin kendisi olmak için dışladığı başka sözcüklerin ve daha önce geçmiş olan sözcüklerin izleri bulunur. Bütün sözcükler/göstergeler üstlerinde bu türden izler taşır. Daha önce geçmiş olan sözcüklerin kalıntılarıdır onlar. Bir tümcede geçen her sözcük ve bir anlamlama zincirindeki her gösterge, karmaşıklığı asla tüketilemeyecek bu izlerden taşır.

Anlam hiçbir zaman kendisine özdeş değildir, çünkü gösterge asla birbirinin aynı olmayan apayrı bağlamlarda geçer. Anlam bağlamdan bağlama geçtiğinde asla aynı kalmaz, çünkü gösterilen dolaşıma sokulduğu çeşitli gösteren zincirlerince değiştirilecektir.

Bunun anlamı şudur: Dil, Lövi-Strauss gibi kimi yapısalcıların sandığından çok daha oynak bir konudur. Dilin hiçbir öğesi saltık bir biçimde tanımlanamaz; dilde, her şey her şeye dalabilir, her şey herşeyin izini sürebilir. Eagleton şöyle diyor: "Göstergelerde hiçbir şey bütünüyle sunulmaz. Söylediğim ya da yazdığım birşeyi bütünüyle sunabileceğime olan inancım yanılsama değildir de nedir; çünkü elde bulunan göstergeleri kullanmak, her zaman bir biçimde dağılmış, bölünmüş ve bir daha asla kendisiyle bir bütün oluşturamayacağım 'anlam varlığımı' kuşatır. Ben yalnızca anlam değilim ki, aynı zamanda kendimim: dil, kullandığım uzlaşıma dayalı bir araç olmaktan çok, elimde olmadan kullandığım birşeydir. Bütün düşüncem o zaman; oynak olmadığıma, dengeli bir varlık olduğuma duyduğum inancın kurmacadan öte bir değeri olmadığıdır."(2)

Sesmerkezcilik - Sözmerkezcilik

Çalışmalarında genellikle dilin işlevi ve rolü sorunuyla ilgilenen Derrida, yapıbozum diye adlandırılan bir yöntem geliştirdiği için ün kazanmıştır. Bu yöntem, herhangi bir metin içinde geçen kavramların metnin bütünlüğü açısından tutarsız ve ikircikli kullanımlarından yola çıkarak, metnin yazarının kurduğu kavramsal ayrımların başarısızlığını açıklamak amacıyla geliştirilmiş bir metin okuma yöntemidir. Başka bir deyişle, metinde öngörülen ölçütü, metnin kurduğu ölçün ya da tanımları bozarak metnin içerdiği özgün ayrımları darma dağın etmek için kullanılır bu yöntem. Derrida bu yeni yordamı Husserl, Rousseau, Saussure, Plato, Freud ve diğerlerine karşı kullanmıştır. Sözkonusu yöntem her türden metne uygulanabilir. Yapıbozum yöntemi Derrida'nın "bulunuş metafiziği" [metaphysics of presence]* diye adlandırdığı şeyle ilgilidir.

Derrida'nın kavgası, başta Husserl, hemen hemen bütün filozofların "dolaysız bir kesinlik alanı" bulunduğu varsayımına olan değişmez inaçlarıyladır. Pekçok filozofun kuramı başlangıcını ve köklerini "bulunuş" düşüncesinden alır. Sözgelimi Husserl'in durumunda, salt bir anlatım biçemi bulmak uğruna yapılan araştırma aynı zamanda dolaysız bir bulunuş arayışına karşılık gelir. Bu anlamda, burada bulunmak hiçbir aracıya konu olmaksızın alttan alta yalnızca bulunuş'un kendisinin bulunuş olması anlamına gelir ve kesinliğinden asla kuşku duyulamaz. Ancak Derrida "bulunuş" olanağını reddeder ve bunu yaparken de filozofların şimdiye değin tuttukları yolun temellerini yerlerinden oynatır. Bulunuş'u reddetmekle Derrida, "şimdi" diye tanımlanabilecek belli bir tikel "an"a karşılık gelen bulunuş görüşünü de rededer. Pekçok insana göre "bulunuş" bilincin bir taşrasıdır. Geçmişte neler olup bittiğinden emin olamayacağımız gibi gelecekte neler olacağından ve şimdi başka bir yerde neler olup bittiğinden de emin olamayız; ama "bulunuş"a ilişkin bilgimizin kesinliğinden burada ve şimdi emin olabiliriz - bu anlamda, "bulunuş" o an deneyimlediğimiz algısal dünyanın ta kendisidir. "Bulunuş"a dair böylesi bir ön-kabule karşı açtığı savaşla Derrida, hem olguculuğun hem de görüngübilimin korkulu bir rüyası olur.

Husserl, The Logical Investigations [Mantıksal Araştırmalar] adlı kitabında anlatma ile gösterme [indication] arasında önemli bir ayrım yapmıştır. Anlatma göstergenin salt anlamı diyebileceğimiz konuşmacının niyetiyle ilgilidir. Öte yandan gösterme ediminin bir şeye işaret etme [point] gibi bir anlamı da bulunur ve hiçbir niyetsel anlama konu olmaksızın durur. Derrida, salt bir anlatma ediminin her zaman için göstersel [indicative] bir öğe içerdiğini ileri sürmüştür. Gösterme asla yanlışa düşmeden başarılı bir biçimde anlatmadan ayrılamaz. Göstergeler kendilerinden bütünüyle ayrı bir şeye göndermede bulunmazlar. Bu bakımdan, gösterenden bağımsız hiçbir gösterilen olamaz. Anlama işaret etmek amacıyla kullanılan işaretlerden [marks] yalıtılmış hiçbir anlam alanı yoktur.

Derrida bağımsız bir gösterilenler alanı olamayacağını belirttikten sonra, ilkin, hiçbir göstergeyi hiçbir gösterilene işaret ederken düşünemeyeceğimiz; ikincileyin de gösterenler dizgesinden asla kaçamayacağımız sonucuna varır. Bu sonuçlar hiçbir koşula bağlı olmayan bir "bulunuş" olamayacağına dair uyarır bizi. Şimdiye değin, "bulunuş" varsayımından ötürü konuşmaya yazı önünde hep bir öncelik tanınmıştır. Derrida buna "sesmerkezcilik" der. Konuşma yazıya göre daha üstün bir konumda düşünülür, çünkü konuşma "bulunuş" olanağına yazıdan çok daha yakındır. Daha yakındır çünkü belli bir dolaysızlık bildirir. Anlam görünüşte konuşmaya içkindir, dahası bilincin içsel sesiyle konuştuğumuzda kendimizle konuştuğumuzu duyumsamakla kalmaz, bunun yanında konuşurken konuşmanın anlamını yakaladığımızı sanar ve sanki o anlam üzerine herkesin kabul ettiği ortak bir karara varıldığı dolayısıyla "bulunuş"u ele geçirdiğimiz duygusuna kapılırız. Bu açıdan bakıldıkta, yazının ümitsizce yerine getirdiği aracılık ödevinin tersine konuşma, görünen an'a ve "bulunuş"a bağlanır ve bu nedenle daima yazı karşısında daha ayrıcalıklı bir konuma yükselir. Derrida bu nedenle sesmerkezciliği, "bulunuş"un kaçınılmaz bir sonucu olarak görür. Nitekim Derrida'nın çabası da, bulunuş metafiziğinin örtüsünü bir bütün olarak kaldırarak, gerçekte bu metafiziğin ne menem bir metafizik olduğunu gözler önüne sermek için konuşma ile yazı arasındaki karşıtlığı yapıbozuma uğratmak olmuştur. Bununla da yetinmeyen Derrida, dilbilimin yazıdan çok konuşma üzerine yapılması gereken bir çalışma alanı olması gerektiği yollu Saussure'cu reçeteyi sıkça eleştirmiştir. Sözkonusu reçete Jakobson, Levi-Strauss ve diğer bütün göstergebilimci yapısalcılar tarafından paylaşılmıştır. Derrida, OfGrammatology adlı yapıtında yazmaya bir ek, bir yordam ve hatta başkalarına konuşma içinde verilecek bir gözdağı açısından bakıldığından ve yazının konuşma içinde yeniden inşa edilmesi gerektiğinin düşünülerek - başkasına verilen cezayı yüklenen bir başkası gibi - dışlanmasını çok daha geniş bir eğilimin ilk belirtisi olduğunu ileri sürer. Bu anlamıyla bakıldıkta, Derrida'ya göre sesmerkezcilik, evrende ilk ve son şey olarak Us'u, Söz'ü, Kutsal Zihin'i ve bilincin bütünüyle bulunuş'unu gören sözmerkezcilikle yakından ilgilidir.

Derrida, Husserl'in bulunuş'un kanıtını seste bulduğunu söyler -gerçek seste değil ama kendi kendinizle yaptığınız içsel ses ilkesindedir: "Ben konuştuğumda kendimi duyarım. Aynı zamanda konuştuğumu da duyup anlarım." Husserl'in anlamlı konuşma örnekçesi, bilincin yalnızca zihinsel yaşamında kendisiyle yaptığı sessiz sedasız sohbetten başka birşey değildir.

İçselliği yalnızca tek bir açıdan simgeleştiren yazıya göre konuşmanın, ruhsal içselliğe çok daha yakın bir yerde olduğu düşünülür. Konuştuğum zaman konuşanın açıkça ben olduğumu görürüm. Konuştuğum sözcükler sanki içimden, doğru ve gerçek varlığımdan çıkıyorlarmış gibi gelir. Yazı o kadar açık, doğal ve içten gelmez bana. Konuşma ile karşılaştırıldıkta yazı, mekanik, ikinci el ve konuşmanın bir kopyası izlenimi uyandırır insanda. Belki de salt ses-merkezciliğe dayalı bir uyarlama olarak düşünülmesinden ötürü yazıya hep konuşmanın bir türevi gözüyle bakılmıştır şimdiye değin. Derrida, Platon'dan başlayarak Heidegger, Levi-Strauss ve tüm Batı Felsefesi geleneği boyunca insan sesinin dolaysızlığı ve canlılığı ile karşılaştırıldığında sanki insan sesine yabancılaşmış olarak görülen yazının değergesini aşama aşama yitirişine tanık olduğumuzu söyler (Bu konu, Derrida'nın, Rousseau ve Levi-Strauss'un özgün metinleri üzerine yaptığı incelemeyi ele aldığımız bir dahaki bölümcede tartışılacaktır). Gerçekte bunun arkasında yatan yanılgı, insan varlığının tek bir görünüm olarak düşünülmesinden kaynaklanmaktadır: genellikle insanların kendilerini eşzamanlı olarak anlatabildikleri, dolayısıyla kendi varlıkları içindeki içsel doğruyu ortaya çıkarmak için şeffaf bir aracı gözüyle baktıkları dili kullanabildikleri söylenir. Bu kuramın görmeyi bir türlü beceremediği, çoğunluk ikinci el bir anlatım biçemi olarak görülen yazı gibi konuşmanın da içsel bir anlatım biçemi olarak ikinci el bir anlatım biçemi olduğudur. Dolayısıyla Derrida'nın temel ilgilerinden birisini, gerçek anlam aracısı olarak görülen konuşmanın ayrıcalıklı konumu karşısında kendisine anlatımın yalnızca bir türevi olarak bakılan yazının gözardı edilmesi olgusu oluşturur. Batı Felsefesi hemen hep konuşma üstüne yoğunlaşmış, sesin üstünlüğü konusunda ısrarcı olmuştur. Bu gelenekte sesin görüngübilimsel yapısı, bulunuş'un en önemli bir kanıtı olarak benimsenmiştir. Batı Felsefesi "sesmerkezli" olmanın yanısıra "sözmerkezli"dir. Derrida metafizik terimi yerine "sözmerkezli" terimini, metafizik düşünce dizgelerini neyin belirlediğini önplana çıkartmak amacıyla kullanır - sözkonusu metafiziklerin Us'a bağımlılığını göstermek için. Batı felsefesi bu anlamda bütün inançlarımızın temelini oluşturan bir öz ya da doğruluk bulunduğuna inanır. Kuşkusuz burada doğrudan doğruya bire bir ilişkide bulunulabilecek, "aşkın gösteren" için "aşkın gösterilen"in (yani bir Us) dengesini koruyacak olan bir düzen özlemi görülür. Bu türden göstergelere şu örnekler verilebilir: İdea, Madde, Dünya Tini, Tanrı, vb... Bu kavramların her biri diğer bütün göstergelerin kendi çevresinde döndüğü bir düşünce ve formlar dizgesinin temelini oluştururlar. Derrida bu türden her aşkın anlamın kurgudan öte birşey olmadığını savunur. Toplumda kendilerine büyük önem verilen Otorite, Özgürlük ve Düzen türünden gösterenlerle ilgili belli gösterilenler ya da anlamlar bulunur. Kimileyin bu anlamları sanki diğer bütün anlamların kaynaklarıymış gibi düşünürüz. Ne var ki, bu anlamların olanaklı olabilmesi için başka göstergelerin bunlardan daha önce varolmuş olmaları gerekir. Ne zaman bir kaynağı düşünsek hemen hep o kaynağın daha öncesindeki bir başlangıç noktasına geri gitmeyi isteriz. Oysa bu anlamlar kaynağa bakılarak görülemezler; bunlar ancak diğer bütün anlamların ilerlemesine önayak olan belli amaçlar doğrultusunda gözlenebilirler. Şeyleri türeyişlerine bakarak bir telos ya da bir son nokta - erekbilim [teleology] - doğrultusunda kavramaya çabalamak, anlamları belli bir anlam sıradüzenine [hierarchy] oturtarak organize etmenin bir yoludur.

Derrida, "metafizik" diye adlandırdığımız her düşünce dizgesinin bir kurmaya, bir temele ya da bir ilk ilkeye dayandığını ifade eder. İlk ilkeler çoğunluk bu ilkelerin dışladıklarıyla ve diğer kavramlara ilişkin bir "karşıtlık" yoluyla tanımlanırlar. Bu ilkeler ve onların bildirdikleri "karşıtlıklar" her zaman yapıbozuma uğratılabilirler.

Derrida, bütün metafiziklerde taşınan karşıt kavramların asla değişmeyen göndermesinin "burada'nın burada olması" biçiminde düşünüldüğünü savlar (Derrida "metafizik" sözcüğünü genellikle "burada olan varlığın" yareni anlamında kullanır). Derrida'ya göre metafiziğin taşıdığı karşıtlıkların belli başlıları şunlardır: gösteren/ gösterilen, duyulur/düşünülür, konuşma (parole) I dil (langue), ard-zamanlı/eşzamanlı, mekan/zaman, edilgenlik/etkenlik. Nitekim yapısalcılara karşı yönelttiği eleştirilerden biri, yapısalcıların kavramları "bozuma sokma"dıkları ve dolayısıyla bu karşıtlıkları yeterince sorgulamadan kabul ettikleri biçiminde açıklanabilir.

Karşıtlık ne demektir? Bana kalırsa karşıtlıklar ideoloji olmaktan çok şeyleri görmenin bir yoludur. İdeolojilerin doğru-yanlış, an-lamlı-anlamsız, merkez-çevre türünden karşıt kavramlar arasında keskin bir ayrıma gittiklerini biliyoruz. Derrida, kendileriyle düşünmeye alıştığımız bununla beraber düşüncemizdeki metafiziğin yaşamını sürdürmesine önayak olan şu karşıtlıkları kırmaya çabalamamız gerektiğini söylemektedir: madde/tin, özne/nesne, yanlış/ doğru, ruh/beden, metin/anlam, içsel/dışsal, simgesel/bulunuş, görünüş/öz, vb... Öyleyse Derrida'nın önemi şuradan gelir. Derrida bu karşıtlıkları, karşıt terimlerden birinin yalnızca diğeri içinde varolabileceğim göstermek yoluyla ancak altüst edebileceğimiz bir yöntem ortaya koymuştur.

Derrida sesmerkezcilik-sözmerkezcilik anlayışlarının her ikisinin de merkeziyetçiliğe karşılık geldiğini belirtir - insan arzusu başlangıca ve sona bir merkez yerleştirmek için yanıp tutuşur. Sözkonusu merkez özleminin otoritenin baskısı doğrultusunda belli bir sıradüzene oturtulmuş karşıtlıklar doğurduğunu savlayan Derrida'ya göre, bu karşıtlıklarda ayrıcalıklı terimler "bulunuş" ve "us" terimleridir. İçsel, kendi değergesini kendisine göre tanımlar ve olası bir çöküntüyü haber eder. Duyulur ve düşünülür ile ruh ve beden arasındaki karşıtlık bugün Batı felsefesi'nin sonunu getirmiş gibi görünüyor. Bu anlamda bu sonun en son kırıntısı anlam ve sözcük arasındaki karşıtlığı kendine mal eden, sonu gelen felsefenin mirasçısı dilbilimdir. Konuşma ile yazı arasındaki karşıtlık da böylelikle bu örüntüdeki yerini alır.

(*) Derrida'nın oldukça özel ve önemli bir bağlamda başvurduğu presance sözcüğü her ne kadar Türkçe'de "bulunuş" sözcüğüyle karşılansa da, sözcük "burada", "bulunmak", "şimdi" gibi sözcükleri de kapsamına almaktadır. Biz çeviride bu sözcüğü kimileyin "burada" kimileyin de "bulunuş" diye çevirmeyi daha uygun gördük.(ç.n.)

(*) "Deconstruction" terimi ilkin Türkçe'ye yapıçözüm adı altında girdi. Yerini sağlama almış olacak ki sayısal bakımdan karşımıza sıkça çıkar oldu. Ancak bu bölümde de görüleceği üzere, yapıçözüm terimi Derridacı "deconstruction" anlayışının hakkından tam anlamıyla gelemiyor. Bu terimi Türkçe'de "yapıbozum" diye karşılayanların olduğunu da unutmayalım, (ç.n.)

(1) Derrida, J. (1976) Of Grammatology, Baltimore and London: John Hopkins University Press; (1973) Speech and Phenomena, and Other Essays on Husserl's Theory of Signs, Evanston: Nourthvvestern University Press; (1978) Writing and Difference, London: Routledge & Kegan Paul.

(2) Bkz. Eagleton, T. (1983) Literary Theory: An Introduction, Oxford: Basil Blackwell, s.130. Bu çalışmaya diğerlerinden çok daha fazla şey borçluyum.

Yorumlar

Çok iyi!
O kadar iyi değil!

Puanlar: 9

‘yukarı’ dedin

merhabalar, bu alıntının kaynağı ne idi acaba? yardımcı olursanız sevinirim.

Çok iyi!
O kadar iyi değil!

Puanlar: 9

‘yukarı’ dedin

madan sarup'un kitabı.