Yüzey Şiir

Birincil sekmeler

Peki bu şiiri, "seviyorum"un neon ışıklarını ayakta tutan nedir? Yaşadığımız dünya içinde, kuruluşundan bir saniye sonra tuz buz haline gelecek olan böyle bir tasarım, kafamızda neden yerçekimine karşı koyuyor?

Şöyle denebilir; şiir öyle bir "görüntüden" kalkınmıştır ki, bu görüntü gündelik hayatımızla, yapıp ettiklerimizle ve kültürümüzle (cılız da olsa kültürümüzle) ayakta durur. Onu yerlere düşmekten alıkoyan kuvvet, bizi onu alımlamaya (reception) iten kuvvet ya da hayal gücümüzü çalıştıran kuvvet "seviyorum" değil, karanlığın içinde iki minare arasında tel gerip, üzerine ışıkla yazı yazmayı bulan bir gelenektir. Yani kendisini "ışıkla" ve "karanlıkla" da ifade edilebilir hale soktuğumuz başka büyük bir anlatı. Ramazan olmadan ya da kandiller olmadan bu şiir anlamsızdır bizim için. (Bir başka açıdan bu şiir "Boğaz Köprüsü"nün iskeleti üzerinde de kurulmuş gibi okunabilir, fakat bu da mühendislik hesapları açısından bakılmaksızın köprünün "gece gündüz sürekliliği" ile bile yerle yeksan edecektir bu şiiri.) İşte bu, "yüzey şiir"in temel noktasıdır.

Belli, gerçek bir durumlar4 silsilesi üzerinden kalkınarak, bunun üzerine donuk bir cila gibi "imge" ile astar çekmek. Bu şiirde ne şeylerin doğası, ağırlıkları, kütleleri, yoğunlukları ne de derinlikleri vardır. Ve buna bağlı tüm eylemlerin hepsi "çektim", "yandı", "durdu" gibi fiillerle yüzeyselleştirilmiştir.

"Yüzey Şiir", öncelikle düşünceden ya da duygudan beslenmez5, daha çok gözden ve metinsellikten beslenir, bakışın, dizilişin, hatırla(ya)manın hızından. İmge6 burada stereo iş görür, hem bas bir dış dünyayı, hem de tiz bir iç dünyayı harmanlar, fakat sesi değil, ses benzeyeni, ışığı değil, ışığa benzeyeni, a'nı değil, a'na benzeyeni...kısacası, bir "optik kalınlığı" olmadan sadece ve sadece "bakış"ı oluşturur.

"Yüzey şiir"de okurun gözü, tıpkı Tin'in şeylere ulaşmak için kullandığı şekilde kullanılır.7 Burada nesnelerin derinliği, sokakların karmaşıklığı, kokular, arabalar, uzak ve yakın olan şeyler, üst üste bindirilmiş ve dondurulmuştur. Yüzey şiir, tam da bu anlaşılma anında tüm poetik gizilgücünü hız'a çevirir ve okurun kafasındaki, belleğindeki bir yarıktan içeri dalar. Kendini tüketir, okurun kendinde tüketiminin edilgen bir üyesi gibi; anlaşılmak için oradadır, istendikçe anlaşılacak ve tüketilecektir. Tam da bir fotoğrafın göze olan eziyeti gibi; fotoğrafı var kılan şey bakışın açısı değildir, niteliği de değildir, küçültme, büyültme, parçalama bir fotoğrafın göze olan eziyetini, o korkunç bütüncüllük huylarının ötesine geçemez, fotoğrafı var kılan şey, donan anın geri gelmeyeceğine ve olanın sadece bu karedeki donuk görüntüsüne olan o umutsuz inançtır. İşte yarık, bellekteki yarık, hatırlamanın ikame edilmesi için fotoğrafı seçen belleğin arızasıdır.

Yüzey şiir bu anlamda bir "polaroid" şiirdir. Şipşakçının büyülü ritüeli, film üzerine düşecek olan kendi imge görüntümüzün illüzyonlarını tekrarlarken ve fotoğrafçı "zorlu" bir anlatı, anlatının dışında kalan bir anlatı yakalarken, polaroid tam da anlatının göbeğinde, arkasında İstanbul'un (aydınlığın ve yapay bir ufkun) turistik bir mekanı, etrafında görünüye dağılan, şeylerle tam da o amatör objektife, o an, o kısa zaman kadar "şimdi" sığdırmaktadır.

Yüzey şiir "temas"tan hoşlanmaz8. Sanki şeyler ya da fiiller hep ya çarpışma anından sonra ya da önce ya da merkezi çarpışmanın tek fiziksel kanun olduğu bir zaman aralığındadır. Üç boyutlu bir evrenden bir anda tek boyutlu bir "ad"a dönüşen şeylerin, bu ani sıkışması, geri gelmeyecek bir sürü kazayı yaratırken , bu kazaların doğasındaki "hasar", "kırılma", "eksilme" "şekil değiştirme" gibi tüm "değişimler" ertelenir9. Ya hiç değişmeden şiire girer ya da değişmesi onu hiç değiştirmemiştir; temsili eksiksizdir, kendisi yamru yumru olsa da. O çağrışımlardan beslenir...üzerinde ortak olarak anlaştığımız bazı kelimelerin ya da durumların, durumlarından özellikle..(Schwitters’in belirttiği gibi10)

Yüzey şiir, gece gündüz ayrımının mümkün olmadığı kozmopolit, elektrik ya da nükleer enerji ile aydınlatılan kentte ortaya çıkmıştır11. Bitimsizliğin yani ufkun kaybolduğu yerde, zamanın tekrar yaratılmak zorunda olduğu yerde, Virilio'nun deyimi ile "coğrafyanın sonunda" sıkışmış bir zaman/mekan yinelemesidir.

Örneğin, ressam, vücudumuzun bir hareketi olarak gözü, resmin kuruluşundaki bütünlüğe dokunmadan sanki taş atılmış durgun bir göldeki dalgalanmaların, rastlantıların yarattığı bulanıklık gibi, içsel olan ile dışsal olan arasındaki bir dengede arar. Gözümüz için Varlığın bir temsilini, kendinde bir temsilini yaratır. Onu anlamamız için bakışa ihtiyacımız vardır, ama göz resmi "kendimiz" yapmak için orada olacaktır hep, bakıştan önce ve sonra, tablodan önce ve sonra.12

Ressam, Bunu yüzeyde, sadece yüzeyde ışığı, gölgeyi, perspektifi "yeniden icat ederek" yaparken, yüzey şiir, gözü vücudun bir hareketsizliği olarak, içteki derinliği, imge astarı ile donuklaştırırken ya da onun sıvılaştırarak çözer ve bu gerilimden medet umar.

Anladığımız şeyi "görselleştirebiliriz" ama söyleyemeyiz. Yüzey şiirin, dış gerçekliğin temsili değil, içte dıştan düşerek ve eksik, geçmişin parçalı, delik deşik bir iç gerçekliğin türev13i olduğunu söylemeliyiz. Gül imgesi, buna en açık örnektir14. Gül, kültürel göndermeleri, yapısı, fizyolojisi, mitleri, etimolojisi, Divan şiirindeki yeri ile olmasa bile, ucuz, çingenelerin sattığı bir çiçek olarak giremez şiire. O, eksik bir lise bilgisinin, sıkıcı bir edebiyat dersinin sonunda "ezberlenmiş" (yani yarık haline gelmiş) kültürel bir ikonadır; tıpkı mahyalar gibi15. Oradadır ama göz tarafından kanıksanmıştır, çiçektir ama tıpkı Oktay Rifat'ın Fatih'in Gülü'ndeki gibi kokusuz ve renksizdir, donuklaşmıştır, kültürümüzün yüzeyine çıkan nice ikona için geçerlidir bu, yüzey şiir tüm bu ikonaları "kanonik" bir şekilde ele alır16, her yeni kullanım, ikon'un bir parçasını eksik bırakırken, onu simge olarak görmemizi sağlar, anlam, görünü donmuştur, yüzey şiir işte bu donukluğun, şiiridir.

Etiketler: