POSTMODERN VS: IHAB HASSAN’la SÖYLEŞİ

Birincil sekmeler

FRANK L.CIOFFI Çeviren: Serkan Işın

(Mizan dergisinde yayınlanmıştır.)

[toc hidden:1]

FRANK L.CIOFFI Çeviren: Serkan Işın

(Mizan dergisinde yayınlanmıştır.)

Ihab Hassan, Mısır, Kahire’de doğdu. Yüzyılın ilk yarısında diğer tüm genç Kahirelilerin yaptığı gibi mühendislik okudu. Kahire Üniversitesinden yüksek derecelerle mezun olduktan sonra Amerika Birleşik Devletlerine gitti ve Elektrik Mühendisliği dalında çalışmalarını devam ettirdi ve 1948’de Pensilvanya Üniversitesinden master derecesi aldı. Pensilvanya’da çalışırken kendisine mühendislikten daha fazla hitap ettiğini düşündüğü bir alana girdi. Edebiyatı seçti. 1953 yılında bu alanda Profesörlük kazandı.

Aşağıda okuyacağınız metin, Spring Dergisi’nin 1998 yılında İhab Hassan ile yaptığı söyleşiden alınmıştır. Metnin, postmodernizm kuramcılarından biri olan Ihab Hassan’ın, postmodern durumun algılanma biçimleriyle ilgili şaşırtıcı yaklaşımları bağlamında okunmasında fayda görüyoruz.

Soru: Postmodern düşünce üzerine yapıtlarınız –Orpheus’un Parçalanışı, Parakritizim, Sağ Prometik Ateş, Postmodern Dönüş ve daha birçok makale- edebi kültür ve kuramlar üzerinde büyük bir etkiye sahip oldu. Bu etkiyi açıklar mısınız? Hassan: “Büyük bir etkileri” oldu mu? Kendi görüşüm, etkilerinin çok noktasal olduğu yönünde. Charles Jenks, Linda Hutchen ya da Hans Bertens gibileri yapıtlarımdan söz ettiler. Diğerleri –özellikle Neo-Marksistler- yapıtlarıma karşı farklı tavırlar gösterdiler, büyülü bir tavır, sanki kötü bir büyüyü önlemek ister gibi, ya da işitilebilir bir sessizlikle yok saydılar. Bazı istisnalar var elbette, mesela Bernard Smith, ki kökenlerini tarihsel maddecilikten alır, son makalesi “Post Biçimin Son Günleri”nde ayırt edici bir temkin ve olgunluk sergiliyor. Ama bunların hepsi tarih boyunca birçok yazarın başına gelmiştir..

Soru: “Postmodern” terimini ortaya attınız ve bunu edebiyat için kullandınız; aslında bir edebi hareketi tanımladınız, bunun üzerinde bir hak iddia ediyor musunuz?

Hassan: Hayır. Terimi ben ortaya atmadım. Bazıları, İngiliz ressam John Watkins Chapman’ın terimi 1870’lerde kullandığını iddia ederler. Bunun dışında Frederico de Onis, Bernard Smith, Dudley Fits, Arnold Toynbee, Charles Olson, Irwing Howe ve Herry Levin –değişik anlam ve derecelerde de olsa- benden önce kullana gelmişlerdir. Ama bana kalırsa, ben terimle oldukça uğraştım ve bunu bir göç hareketi olarak tanımlamaya çalıştım.

Soru: Romantizm, Modernizm ve Postmodernizm arasında ne gibi ilişkiler olduğunu düşünüyorsunuz? Princton’da, Robert Storr’dan (Modern Sanat Müzesi) “Postmodernizm”i tanımlamasını istedim ve bana terimin anlamı ile ilgili kafasının karışık olduğunu söyledi. Sizce birçok insanın kafası karışık mı? Hassan: Ah, evet şu sıralarda üzerinde çalıştığım, Almanya ve Avusturya’da bazı üniversitelerde, baharda verilecek bazı derslerimin konusu da bu: “Romantizm, Modernizm, Postmodernizm: Konsept Arayışında 3 -izm”

Romantizm’le başlayalım: O da postmodernizm gibi mücadele ederek kategori haline gelmiştir. Modernizm daha az çarpışmıştır, çünkü modernizm hakkında yazmanın sağladığı yoğunluk, ona belirli bir yerçekimi, ince, belirli bir ağırlık ve sağlamlık vermiştir. –Şu iki büyük buyurgan yapıta dikkat edelim, Bernard Smith’in Modernizm Tarihi (resim hakkında) ve Peter Conrad’ın Modern Zamanlar’ı (kültürle ilgili). Bu ikisi Christopher Butler’ın Erken Modernizm’inden ve William R. Everdell’in İlk Modernleri’nden öncedir, ve bu da sadece bir crime de la crime’dır.

Şimdi bildiğiniz gibi bazı eleştirmenlere göre, mesela Harold Bloom, Romantizm asla sonlanmamıştır –hepimiz “gecikmiş” romantikleriz, tıpkı onun gibi. Bana göre açık olan, her nasılsa, Postmodernizmin tüm ironisini, güvensizliğini ve öngörülemezlerini Romantizme yansıtıyoruz. Kendi “imge”mize uygun olarak Romantikleri tekrar icat ettik (yani demek istediğim “nüfuzlu olanın içsıkıntısı”, soğurma, asimile etme).

Belirli konular ya da problemler ya da şekiller, her nasılsa, Romantizm’den kaçtı, Modernizm’den Postmodernizm’e kadar hep dönüştü. Mesela Romantik İmgelem, Modernist Bilinç haline geldi, sonra da Postmodernist Dil oldu. Muhayyile’den Dil’e, ana mecazlar. Ve Romantik Şahsiyet, Modernist Ego oldu ve sonra da Postmodern Boş Nesne haline geldi, Söylem’e döndü.

Fakat bunlar büyük çoğunlukla Fransızların tuhaf fikirleridir; anlatmak istediği de, Ben, Ego ya da Nesne ya da sizin çocuğunuzun, bu anlamda zorunlu olarak, ihtiyaç duyduğunun bir yokluk, saçmalık ya da hürmet olduğudur.

Soru: Ama siz de Robert Storr’un söylediği gibi Postmodernizm konusunda kuşkulusunuz?

Hassan: Evet ve hayır. Medya ve reklam çağında terimin dayanıksızlığını kabul ediyorum. İdeolojik savaşların ortasında sözde, kaçamak ve uyuşmaz karakterini kabul ediyorum. Ve çoğunlukla ilgim, postmodern durumun tüm konularını ortaya çıkaran daha tinsel bir alana kaydığı için onu yok sayıyorum.

Bunu şu yüzden söyledim:

Kendime hala şunu hatırlatıyorum. Charles Jencks Postmodern Mimari’den ya da Jameson “Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı”ndan bahsettiği zaman, gerçek bir şey, hipergerçek olmayan bir şey tartışılıyor.

Bir ara, postmodernizmin ethos’unu ya da nabzını ya da tarzını tanımlamak için pürmuayyen (indetermanece / uçsuz bucaksız belirsizlik) terimini ortaya attım. Bu elbette yetersizdi, çünkü jeopolitik bağlamda, Postmodernizm sadece Batı kültürlerinin belirsizliğini içermiyor, buna ek olarak, merkezle çevre, merkezle merkezler, çevre ile çevreler, hiçbir yerle hiçbir yerler (ütopya?) arasında yeni ilişkiler içeriyor. Bu da yerel/küresel olanın göçmen ve dolambaçlı sözdizimi oluyor.

Soru: Peki ya Modernizm’in Yeri?

Hassan: Modernizmle karşılaştırarak Postmodernizm’i karakterize etmeye çalıştım. Bu “Postmodern Konsept Karşısında” isimli bir denemede yer aldı. Bu deneme birçok yerde tekrar basıldı, özellikle modernizm ve postmodernizm’i karşılaştıran iki sütunlu tablo yüzünden.

Şimdi bu tablo oldukça popüler hale geldi, özellikle onu eleştirmek isteyenler arasında. Fakat devamlı olarak şu, göz ardı edildi:

“Bu tablonun ortaya koyduğu ikilikler güvenilmez ve iki anlamlıdır. Herhangi bir sütunda yer alan durumlar ya da konseptler için diğer sütunda karşılık ya da karşıtlık yoktur. Ve hem modernizm, hem postmodernizm için yapılan istisnalar ve dönüşümler çok fazladır.” Daha önceki ifadeleri de yok saydılar, 1971’e geri dönersek, şu ki, Modernizm bir anda sonlanmaz böylece Postmodernizm başlayabilir: şu anda iç içeler. Postmodernizm’in modernizmin gövdesi içinde, derinde bir yerlerde yattığını söylemiştim. (POST-modernİZM: ParaEleştirel Bibliyografya)

Bir İngiliz eleştirmenin tabloya karşı takındığı neşeli ve yanıltıcı tavrı bir kenara bırakırsak, Linda Hutcheon, Postmodernizm’in Poetikası’nda Postmodernizm’in aslında her iki sütundan da özellikler taşıdığını söyleyerek oldukça adil bir yaklaşım gösterdi. Ona göre Postmodernizmin mantığı muhalefetten (ikisinden biri/ya da) daha çok ortaklığa (ikisi/ve) yakındı. Yeterince adil.

Benim düşüncem, burada Linda Hutcheon’u akılsız bir postyapısalcı efsaneden ayırıyor: bir şekilde, ikisi/ve, her ikisi/ya da’dan daha derin, daha incedir. Eğer her ikisi/ve dersek –ki bunu neredeyse her şey hakkında söyleyebiliriz- bu bize muhalefetin hangi yollardan gelebileceğini ve hangi yollardan bunları alt edebileceğimizi gösterir. ikisi/ve demek yavanlıktır.

Soru: “Postmodernizm” elbette yeni ya da ek anlamlar da kazandı. Şu sıralar okuduklarım bana daha çok özlü bir Postmodern Görelilik tanımı üzerine düşündüğümü gösteriyor. New York Times Book Review’da Jim Holt şu tanımlamayı yapıyor: “Bilim ve fiziksel gerçekliğin sadece sosyal bir yapı olması ile ilgili fikirler, hakikat ile ilgili hak iddia etmeleri bir yana, onu üreten kültür ideolojisini çözümleyen bir “anlatı”dan başka bir şey değildir.” Bunu hep değişik ve ciddi kişilerin savunduğunu duyuyoruz (ya da bunun değişik şekillerini). Bu postmodern göreliliğe aklı başında biri sizce nasıl inanabilir? Sizce bunun arkasında ne var?

Hassan: Makul kişilerin, aynı şekilde pek o kadar makul olmayanların da şu arzuları vardır: “inanma isteği”, William James’in söylediği gibi, “iktidar isteğidir” ve aslına bakarsanız benzer şeylerdir, aynı olmasalar da. Acı çekmek, yoksun kalmak, acil ihtiyaç, derin kızgınlık birden “tazmin isteğine” döner. Şimdi eğer Hakikat öldüyse, o zaman her şeye izin vardır, teorik olarak. Ve her şey keyfi ise, tesadüfi ve görece ise, hiçbir şey bağlayıcı değil ise: gerçeklik, olmasını sağlamak için uğraştığım şeydir. Bu oldukça “özgürleştirici” gözüküyor, ta ki bir gün kanserle yatağımdan kalkarım ya da ölüm döşeğime yatarım ya da eşimi kaybederim ya da hiçbir zaman hızlı koşamayacağımı…kısacası bir çocuk olmaya son verene kadar, yani Amerikan Çocuğu olmaya son verinceye kadar.

Hiroşima ve Nagazaki’de hayatta kalanlara bilimin başka bir “anlatı” olduğunu söyleyin. Bir adam (Einstein) siyah tahtaya şunları yazar: e=mc2 ve iki şehir ortadan kaybolur. Anlatı?

Evet, doğrudur. Görelilik, masumiyet ve özgürlük yanılsaması öne sürer. Ve şunu hiç düşündünüz mü, neden görelilik sadece tartışma kaybedilmeye başlandığında istenir?

Soru: “Görelilik”in “postmodern”le olan birlikteliğini, her şeye rağmen, nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin postmodern olarak tabir ettiğiniz sanat ile köktenlikli görece durum arasında herhangi mantıksal bir bağ var mı?

Hassan: Oyun, parodi, pastiche, çoğulculuk -postmodern stil ya da duyarlılığın esasları- göreliliğe meyleder, tıpkı açıklık ya da belirsizliğe olduğu gibi. Kurumlaşmamış ya da pragmatik felsefeler de göreliliğe meyleder. Ve melez, heterojen, zıt topluluklar da göreliliğe meylederler. Bu üçü, “postmodern durumun” öğeleridir. Ama şuna dikkat: sadece “meylederler” dedim. Sanıyorum ki “köktenci görelilik” uygulama içinde pek uzun süre sürdürülemez.

Soru: Son elli yılda edebiyat eleştirisi ve kuramının gelişmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hassan: Aslına bakarsanız, bu bir kitabın konusu olabilir, belki de bir kütüphane dolusu kitabın, yazılmış ve daha sonra da yakılmış… Daha önce yayınladığım bir kitabımdan (Queries For Postcolonial Studies), hafif yergi taşıyan ama yine de konu ile ilgili olduğunu sandığım bir bölümü okumama izin verin: İnsan Bilimlerinin bilinçsiz akademik tarihi içinde anlatılan bir hikaye vardır.

“Uzun çok uzun bir zaman önce, Amerikanın Güneyinde, korkunç bir şekilde Yeni Eleştirmenler olarak adlandırılmış bir grup yazar yaşarmış. Bu yazarlar, edebi yapıtların biçimlerine ve özellikle ironi ve paradoks gibi bölümlerine aşırı bir ilgi gösterirlermiş. Uzun bir süre edebiyat alanında sözleri dinlenir olmuş. Fakat, şükür ki, altmışlar gelmiş ve Yeni Eleştirmecilerin, edebi ayrıcalıkları ve politik kaypaklıkları gün yüzüne çıkmış. Hava temizlenmiş ve maceracı ruhlu genç eleştirmenler ilham almak için Kıta Avrupa’sına yönelmişler: varoluşçuluk ve fenomoloji, bilinç-akışı kuramı ve kabul kuramı, eleştirel felsefe ve yapısalcılık için. Bu genç eleştirmeciler doğru tarafa ellerini sallamışlar ama ne yazık ki, yıkıcı sanatlarının olanaklarını görebilmeleri için postyapısalcılığın gelişini beklemek zorunda kalmışlar. Yapıbozumculuk, bir süre sonra, ne yazık ki, bezdirici, boş ve bağlamsız hale gelmiş. Feminist, etnik, postkolonyal ve kültürel çalışmalar imdada yetişmiş de, yapıbozumculuğu o allah vergisi kısırlığından kurtarmış ve bunların sosyo-politik ajandalarını –evet kelime budur- her türlü demistifikasyon ve demitifikasyonla zenginleştirmiş. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, kültürel çalışmaların bugünlerdeki yaygınlığı ile birlikte, birçok biçimde, eleştiri doruk noktasına ulaşmıştır. Bize kalan sadece, akademinin koridorlarında hala sinsi sinsi dolaşan humanistlere, eylemcilere, karşı-devrimcilere ve proto-faşistlere karşı saflarımızı sıklaştırmaktır.”

Parodi! Karikatür! Karikatürlerin akademi hayatında gerçeğe dönüşmek gibi tedirgin edici bir huyu vardır, özellikle Amerikan Akademisinde. Fakat şunu da belirtmeme izin verin: kültür savaşlarının çağında kendi kendini tebrik eden bir ilerleme miti eleştiriyi bilgilendirmektedir. İlerleme? Kültür kırışmış bir palimsesttir, ve tarihin oku bir kırlangıç gibi hareket etmekte, eğer bir bumerang değilse. Thomas Khun’un da daha önceden tartıştığı gibi, bilimler ve insan bilimleri tamamen farklı mantıklarla gelişirler. Saygıdeğer bilim bölümlerinden hiçbirinde Ptolomasist’ler ya da Nostradamist’ler bulunmaz, fakat buna rağmen, insan bilimlerinin saygın bölümlerinde Platoncular, Aristocular, Thomistler, Kantçılar, Hegelciler, Marksistler, Nietzscheciler, Freudyenler, Heiddegerciler, Lacancılar, Foucaultcular…bulunur. Bu bilimin paradigmalarının daha “iyi” olduğu anlamına gelmez; bu sadece bilimin doğrulama ve yanlışlama konusunda daha değişik ölçütleri olduğunu söylemektir. İnsan bilimlerinin paradigmaları –Khun bunlara “okul” diyecektir- modaya yanıt verirler, doğrudur, ama ayrıca gerçek sosyal değişim ihtiyacını da karşılarlar. Bu sonuncusu takdire değerdir, çünkü hiçbir epistemolojik ilerleme belirtmez. Bazı etkili eleştirmenler, insan gerçeği ile ilgili değişmez mantığımızdan hiçbir kabul görmezler. (alıntı. Felsefe ve Edebiyat, 22 (1998): 329-30)

Soru: Şu sıralar edebiyat eleştirisi, bana kalırsa, sıradan insanlar için olduğu kadar, uzman olmayan ya da, hatta uzman olanlar için bile aşırı zor anlaşılır hale geldi. Sözcük dağarcığı, jargon, sözdizimi ve hemen her türlü yapı tamamen zorlaştırılmış ve neredeyse anlamayı engellemek için oluşturulmuş, potansiyel geniş bir okur kitlesini dışarıda tutmak amacıyla. Birçok eleştirmen şu iddiada bulunuyor. “Kompleks düşünceler, kompleks ve zor düzyazı gerektirir.” Sizin yazılarınız bu genel durumun dışında daha kolay anlaşılır, kolay ulaşılabilir, pragmatik, gerçek dünya ile ilintili ve gerçekten bilgili okuyucuya, bir bağlantı kurmak isteyen okuyucuya yönelmiş görünüyor. Siz genel olarak bu akademik yazılar hakkında neler düşünüyorsunuz? Sizce “deneme” akademik makaleden daha mı uygun, fikirleri ifade etmek açısından daha mı uygun? Ve size göre en önemli eleştirmenler kimler?

Hassan: Bildiğiniz gibi jargona hiç sıcak bakmam, özellikle karmakarışık düşünce rolü yapan jargona. Kötü düzyazıya da sıcak bakmam. Bu sadece estetik bir yargı değildir, bu ahlakî ve sosyal bir yargıdır da aynı zamanda. Aslında aynı zamanda tinsel bir yargıdır da, çünkü -Kierkegaard’ın düzyazısı gibi istisnalar varken- düzyazı benim için güzel yazmaktır. Ve şenlik, feragat ve manevi berraklığı da içinde taşır.

Genel Okur, Genel Eleştiri ve Muğlak Akademi (milliyetçi olmayan) konusunda oldukça fazla şey söylendi. Ama size şunu söyleyebilirim ki Amerikan Akademisinin şu anki nesir anlayışı içler acısı haldedir. Bu da sadece benim fikrim değil, beni cesaretlendiren, bulabildiğim güzel ve gerçekten işe yarayan düzyazılar, (mesela MLA’s Profession 1998, ve bazı dergiler mesela Philosophy&Litrature, Salmagundi, Georgia Review). Beni cesaretlendiren Philosophy&Litrature editörleri, Dennis Dutton ve Patrick Henry tarafından desteklenen Kötü Yazma Yarışması. Ki bu yarışma her yıl, en çirkin ve en komik akademik makalelere ödül verir. Ama bir master öğrencisi bana kötü yazının “aynı zamanda politik açıdan doğru” olduğunu söylediğinde pek de memnun olmuyorum.

En çok severek okuduğum eleştirel yazılar genelde Seamus Heaney ve Anna Dillard gibi şairlerin metinleri ve çeviri de olsa, Zbigniew Herbert, Octavio Paz, Italo Calvino ve diğer bir çok yazarı da okuyorum. Bunların dışında, Denis Donoghue, Susan Sontag, Frank Kermode, Roger Shattuck, Robert Hughes, Helen Vendler, William Gass ve George Steiner’ın ilk yazıları – gördüğünüz gibi çoğulcu ve eklektik sayılabilirim.

Fakat belki de bu eleştirmenlerin entelektüel kişiliklerini sevdiğim içindir -bu ideolojiden farklı bir şey bildiğiniz gibi. Mesela Harold Bloom için, gerçek bir orijinal, büyük bir saygı besliyorum ve onun değerlerine değer veriyorum. Ama onun yazıları bazı zamanlar bende eliptik ve aşırı narsist olduğu izlenimi bırakıyor. Fakat yalnızca bazı çalışmaların, bazı sayfalarında…

Soru: O zaman edebiyat eleştirisinin yaptığı nedir? Size göre neden insan bilimleri bu kadar dağınık durumda? Onları kurtarmak için yapabileceğimiz bir şeyler var mı?

Hassan: T.S. Eliot’a katılıyorum, bir eleştirmen için en önemli ölçüt zeki olmaktır. Aslında kısmen katılıyorum buna, mesela Aristo’dan Dr.Johnson’a ve sonunda Eliot’tan bu zamana kadar birçok eleştirmen, “çok daha zeki” olmuşlardır. Belki Eliot’un söylediği buydu, ya da değildi. Benim için ideoloji ya da zeka değil, bilgelik önemlidir.

Peki neden insan bilimleri karışıklık içinde? Ve gerçekten karışıklık içindeler mi? Yoksa sadece uyumsuzlaştılar ve yoksullaştılar mı? Ve neden onları korumak zorundayız ve kimden korumalıyız?

Tıpkı Emerson’un fare kapanı gibi: eğer dünyanın istediği, gerçekten ihtiyacı olan bir şeye sahipsen, dünya kapının önüne bir yol yapacaktır. Bugünlerde İnsan Bilimlerinin önerdiği nedir, dindarlık ve ikiyüzlülük dışında, yurttaşlarımızın istediği nedir? Az önce belirttiğim gibi, insan bilimleri şimdi bir sosyal değişim için uğraşmaktadırlar, bu sosyal değişimi aydınlatarak. Fakat bu da yeterli değil, bunun dışında başka ve aslında daha derin istekler de vardır.

Evimde televizyon yok, ve herhangi çeşit bir kitap olmadan yaşamam mümkün değil. O zaman ben, anormal miyim? Bu tam bir dalkavuk düşüncesidir. Ama hayır, bu samimi ve paylaşılan bir ihtiyaçtır. Eğer bir ihtiyacımızı zeka, duygu, doğru, cömertlik gibi kavramlarla kanıtlarsak, eğer bu ihtiyacı keyfin ve kızgınlığın ve ayrıca kırılganlığın dışında doğrularsak, belki o zaman şefkatin/anlayışın gücü üstün gelecektir. Ama sanırım, bu bizim “dip noktamız”, insanlığın başarısı için, büyük ölçekler için değil tekil durumlar için kanıtlamak.

Soru: Şu sorudan mı kaçıyorsunuz yoksa, ben mi yanlış anlıyorum? Nasıl “daha akıllı” ya da “daha zeki” olabiliriz? Edebi metinler açıklamaya mı çalışıyoruz? Sosyal mekanizmaları mı ortaya çıkarıyoruz? Yoksa biz..

Hassan: …”biz” tekil bir zamir değildir: bir çok çeşit sosyal bilimci var, bazıları zeki, bazılar daha az zeki, ve bazıları bilge ve bazıları akılsız. Ve sosyal bilimcilerin yaptıkları bir çok iş var; vaaz vermekten, kompozisyon öğretmeye, eserleri açıklamaktan, fikirlerini reklamını yapmaya, yaşamöyküsü yazmaktan, metinleri düzeltmeye, kuramlar geliştirmeye, kültürleri araştırmaya…bir sürü iş.

Az önce yardıma çağırdığım şey bir idealdi –şüphesiz bir çok ideal içinden bir tanesi- bir eleştirmenin ya da öğretmenin ya da hümanistin ya da basitçe bir yazarın ideali. İnsan durumu bakımından çok merkezî, çok zorlayıcı aynı zamanda da çok gizli ve gizemli bir şeyi kanıtlayan birinin ideali. Bir okurun onsuz yapamayacağı bir şey. Birçoğumuz için pek tanımlı değil, insan bilimlerini besleyen bir şey.

Soru: Kitaplarınızda bahsettiğiniz dönemlerden hangilerini tekrar gözden geçirmek isterdiniz? Eğer varsa hangisi? İlk kitabınız “Radical Innocence [Radikal Masumiyet]”, en çok ilgi gören kitabınız oldu. Kitaplarınızın daha fazla kabul görmesini ister miydiniz? Yoksa bunun yerine şu anki “duruş”unuzdan memnun musunuz? Ve size göre en önemli akademik başarınız nedir?

Hassan: Burada bir çok soru var, ve bu bir çok farklı sorunun da amacı sanırım yaşlandıkça daha iyi kavradığımız yanılsama olan öz-eleştiri ve bunun altında yatan kendini beğenmişliği ortaya çıkarmak. Ama komik olan da şu ki, inandığım, Yeats’in inanılmaz dizesi gibi “Hakikatin içinde kuruyoruz”. Yani öz-bilincimizle kendimizi boşaltıyoruz.

Soru: Ya da belki de Kafka’nın “Ceza Sömürgesi”nde söylediği gibi, nihayet ölmeden önce suçlarımızın doğasını mı anlıyoruz?

Hassan: Kafka’yı bir bütün olarak nasıl yorumlayacağım konusunda emin değilim. “Nihayetinde ölmeden önce suçlarımızın doğasını kavramak” da bir yanılsama olabilir. Benim inandığım, bence Kafka’nın da inandığı, gerçek evimizin bilinemez bir bulut olduğudur.

Sorularınızın geri kalanına nasıl cevap verebilirim, ona bir bakalım. Sanıyorum, ben kendimi coğrafi ve meslekî olarak marjinalleştirdim ve yapısal olarak ben yalnızım. Benim bağımsız duruşum (bence böyle diyelim) paradoksal olarak, Avrupa’da Amerika’da gördüğünden daha fazla ilgi gördü. Neden paradoksal olarak? Çünkü Amerika, Scott Fitzgerald’ın söylediği şu yaşlı “gönlün rızası”, her zaman daha cömert ve daha misafirperver olmuştur. Bir insan olarak bunu çok güçlü bir şekilde hissediyorum, ama bir göçmen olarak, kendimi bilmemne-Amerikan olarak hissetmiyorum.

Ama uğraşlarım, Radical Innocence [Radikal Masumiyet]’ten beri, daha da önemli hale geldi. Öncelikle, postmodernizm daha çok genç ve çok belirsizken, onun tarafını tuttum. Daha sonra da eleştirel düzyazıyı altüst eden, parakritizm geldi. Daha sonra GRIM (Great Rumbling Ideological Machine/ Büyük İdeolojik Aygıt)’e, benim 'entelektüel uyum’un büyük kamyonu dediğim şey, direndim. Ve bütün bunlardan sonra insanların düşündükleri benim sadece bir mistik olduğumdu. Ki bana göre şimdi değilim ve hiçbir zaman da, herhangi birinden fazla olmadım. İtiraf etmek gerekirse, entelektüel olarak bazı zamanlar ben de pervasız, sabırsız, kışkırtıcı oldum ama siz de bilirsiniz ki, geçimsiz bir çağda kışkırtmalar, yerden mantar gibi bitebilir. Ama ben pişmanlıkların adamı değilim: ne olup bittiyse, kabul ederim.